21 Kasım 2012 Çarşamba

Boynunda Kediler Uyuyor


Kımıldama sakın, boynunda kediler uyuyor.
Senden nefret ediyorum.
Ellerim senden nefret ediyor.
Telefon kulübesi, yağmur, ağlamak;
bira, bir bira daha, bir daha bira...
Beni bir daha arama
ama beni bir daha ara.

Kımıldama sakın, boynunda medeniyetler yaşıyor.
Tüm halkları bir bir öpüyorum
Ağzın ne kadar da elma kokusu.
Karşımızda bütün kelimeler kıyafetsiz,
çıplak.
Üşüyorlar, ürperiyorsun.
Omzundan siyah bir kelebek havalanır
ve fizik bilimi buna çok ağlar.
Gitme diyorlar, gidiyorsun.
Git.

Kımıldama sakın, boynunda çok başka bir his var.
Bir şeyler fısıldamak istiyorum,
"Seni seviyorum" dudaklarımda çok acemi kalıyor.
Utanıyorum dudaklarımdan,
dudaklarına saklanayım.

Kımıldama sakın, boynunda yüzüm şekilleniyor.
Kımıldadın.
Yüzüm düştü.
Düş.


Raymond Dufayel (Burak İlhan)

15 Ekim 2012 Pazartesi

Merhaba Sevgilim

Merhaba sevgilim...

Ne kadar erken ölürsek o kadar iyi.

Hepsi bu,
iyi geceler...

27 Eylül 2012 Perşembe

Empati.

Kirpiklerini cımbızla tek tek yol.

Sonra o acı hissinin gözünde değil, diyafram civarında olduğunu hayal et.

O zaman beni anlayacaksın.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Ne Bir Eksik, Ne Bir Fazla



umutsuzluk;
ne bir eksik, ne bir fazla.
çırılçıplak dikiliyor karşımda, davetkâr.
şemsiyelerini zor taşıyan ince bilekli kadınlar 
kaldırımlara namlarını yazıyorlar.
uzaktan bakılıyorlar uzaktan bakanlar tarafından.
gagasında sevincini taşıyor bir kırlangıç,
gagasından sevincini düşürüyor kırlangıç.
mutsuzluk;
ne bir eksik, ne bir fazla.
kemanın biri ağlıyor ahşap pencereli bir dairede
başını virtüözünün omuzuna yaslamış,
hıçkırıyor: "sol diyez, fa, mi..." 
bina ağlıyor sanki.
çünkü binadaki herkes ağlayacak bir şeyler arıyor.
ah ne kolay ağlayacak bir şeyler bulmak!
binadaki herkes ağlayacak bir şeyler buluyor,
mesela yalnızlık;
ne bir eksik, ne bir fazla.
tanrısına küsen bir peygamberin yalnızlığı var üstümde.
kesiklerle dolu sağım solum,
yaram berem içimde kalbim.
gözleri görmeyen bir kadın bağırarak geçiyor penceremin dibinden,
yazmanın beni iyileştiremeyeceğini anlatmak istercesine:

"Üç kutu yarabandı 1 liraa!
3 kutu yarabandı bir liraa!
Üüüç kutu yarabandı 1 lira!" 

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Tütünsel Reaksiyon

Sen son nefesini gırtlağındaki hırıltılar eşliğinde verirken bir sigara daha yakıyorum. Ben böyle bi adamım, ne olursa olsun sigara yakıyorum.

29 Temmuz 2012 Pazar

Sarhoşun Günlüğünden Bir Kesit



her "L" harfini kullandığında dili üst dudağına bir öpücük vuruyordu. Çok ağırdı çekim. Beynim en ufak detayları bile atlamamıştı. Gözlerini kırparken kıvrılan kirpikleri birbirine çarptığında çıkan sesle irkilip, irislerindeki o muhteşem ışık dansının etkisiyle tekrar büyüleniyordum. Sanki saatlerdir onu izliyor gibiydim. Kendime geldiğimde çoktan kalkıp gitmiş, ardında tek başına yaptığı koca bir katliam bırakmıştı. O, zamanı yavaşlatabilen, çok yetenekli bir kadındı.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Okunmaya Değmez Monologlar - 2


____________________________
- Anne
+ Efendim?
- ...
____________________________

Öleceğiz, çünkü doğduk. 
Basit.
Ve bazen ağladığımızı kimse duymazsın diye duşa gireriz.
Siz hiç başınızdan aşağı sular dökülürken ağladınız mı?

____________________________
- Anne
+ Efendim?
- Şu uyku haplarını getirir misin? Benim ellerim kanlı.
____________________________


22 Temmuz 2012 Pazar

Okunmaya Değmez Monologlar - 1



____________________________
- Anne
+ Efendim?
- Yok bi'şey...
____________________________

Vahşice sigara içiyorum. Çok da seviyorum sigara içmeyi. Hatta sigara içmeyen insanlara mesafeliyim, çok temiz kokuyorlar. Çok temizler. Temiz insanları sevmem. Temiz insanlar toplumun seline kapılmış kendi yolunu çizememiş insanlardır benim gözümde. Alkolikleri ve uyuşturucu kullananları severim. Hayatını bir kenara atmayı başarmış insanları severim. En büyük başarı başarısızlıklardan doğar çünkü. En büyük efsaneler hayatı ciddiye almayanlardan doğmuştur. Birer hiçiz ve bunun farkına varmalıyız. Ben bir hiçim ve hiç olmamış olanlara baktığım zaman hiçliğimle gurur duyuyorum. Hiçbir şekilde umut vaad etmiyorum ve bu benim derdim değil. Hiçbir şeyin güzel olacağını söylemiyorum, çünkü yalancı değilim. Böyle konuştuğumda da tepki gösterenler oluyor ama bunu da normal karşılıyorum. Çünkü insanlar farkına varmadıkları bu büyük çaresizliğe öylesine hapsolmuşlar ki; gerçekleri söylediğinde karamsar, yalanlar uydurduğunda 'muhteşem' oluyorsun. Üzgünüm, gerçekleri söyleyen bu kadar az kişi varken bir başkasının kıçının rahatı için yalanlar uydurup rol kesemem. Nasıl devasa bir bok çukurunda olduğumuzu herkes farketsin istiyorum. Birbirlerine mutluluk vaad eden şu sevgililere bir bakın mesela! Samimiyetsizliğin anıtlar. Günümüzdeki ilişkilerin büyük bir çoğunluğu sahtekarlık harcıyla örülmüş duvarlara benziyor. "Benimle güzel bir hayata yelken açar mısın?" kadar samimiyetsiz bir teklif olamaz. Bu gerçek bir sevgi değil. Güzel şeyler yaşamak için bir araya gelmek tamamen cinsel içgüdülerin ahlak denen yoz balçıkla kaplanmasından ibaret. Her ne boksa be öööf. Nerden geldik bu konuya?

İşsizim, param yok ve bunun suçlusu benmişim gibi davranılıyor. Bundan 10 yıl önce her şeyin muhteşem olacağına inanıyordum. Bundan 10 yıl sonrası için ise hiçbir şeye inanmıyorum. Peki hiçbir şeye inanmayarak hayalkırıklığını engelleyebilir miyiz gerçekten de? Yoksa hayalkırıklığını hayatın geneline mi yaymış oluruz? 


Her neyse, siktir et. Bi sigara daha içelim mi?
İçelim...

20 Temmuz 2012 Cuma

Nekrofili


Pürüzsüz bir cildin, güzel bir burnun, harika dudakların ve kusursuz bir vücudun olabilir...

Ama kalbin yok be kadın.

Ve ben nekrofili değilim...

30 Haziran 2012 Cumartesi

Sen hiç yalnızlıktan ölen birisini gördün mü?

Sen hiç yalnızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin. Yalnızlık ölümcül değildir çünkü. Yalnızlığı dayanılmaz ve çekilmez kılan da budur zaten. Sigara tiryakisi olup da sigara içememek gibi. Sen hiç sigarasızlıktan ölen birisini gördün mü? Göremezsin...

19 Haziran 2012 Salı

Parantez

aç parantez, kapa parantez.
söyleyemediğin cümleleri tıkıştır araya.


çiçekler kırmızı değil artık,
artık kapı yok
pencere yok.
salıncaklar boş,
atlar ölü.
tanrı küs.
ve tütün külü kokan boş bir otobüs
bütün şehri alıp gider.
bütün şehir dalıp gider.

işi gücü bırakır bütün şehir,
düşünmek yapar
ağlamak yapar,
muhakkak yakar binalarını bütün şehir dalıp giderayak.
tüm halklar kınar beni sonra,
bir tek ben beni ben kılar.
şehir başını alıp gider uzaklara.
bütün şehir dalıp giderken uzaklara,
bir taşın üstüne oturur bir adam
küçük bir sopayla toprağı kurcalar ağlayarak.

hayat parantezin içindekilerden ibaret.

aç parantez, kapa parantez.
beni de tıkıştır araya.

14 Haziran 2012 Perşembe

Heplikten Hiçliğe 2 Tam Bilet













bir çocuk doğur, şehirden kaçalım.
nemli ve ıslak burada bütün odalar,
henüz gelmemiş olanların ayak izleri var yerde.
duvarlar yazılmamış şiirlerle dolu,
doğmamış bebeklerin bile cümleleri rezerve.
sobanın üstünde tıslayan çaydanlık yok burada,
samimiyet yok.
kimse kendisini yaşamaya zorlamıyor.

öyle yabancılaşmış ki herkes birbirine
anne babalar bile senkronize horlamıyor.

çok ölesim var,
bir çocuk doğur, şehirden kaçalım.
ne bir pamuk şeker, ne bir bilye,
ne de yeşil taşlı romantik bir kolye.
varsa yoksa ölüm.
varsa yoksa baş ağrısı.
yoksa varsa eğer ruh, ben bi duble alırım
ama varsa yoksa böbrek taşlarımın doğum sancısı.

ne kadar da yuh sevgilim, ne kadar da yuh!

damarlarımda feribotlar yüzüyor bir bilsen.
ayak izlerim yok
gölgem yok.
oysa nasıl telaşlanırdım bir kadınla konuşurken eskiden.

çok sıkıldım,
bir çocuk doğur, şehirden kaçalım.
raylar önümüze serilsin, halı halı.
vagonları birbirine bağlayalım.
martılar yokluğumuza sussun.
kedilere tekme atan herkesi
menşei bilinmeyen kurşunlar vursun.
ve biz hep gidelim.
gidelim, gidelim, gidelim...
otobüsmüş gibi davranalım trene
ama namüsait bir yerde inelim.
bir su damlasının hafifliğinde toprağa karışalım.
ne de güzel burada gökyüzü!
bir annenin huzur dolu göğsü.
bir annenin huzur yüklü göğsü.

bir çocuk doğur, şehirden kaçalım.
saat bize tam vakti, başkalarına ise çok geçtir.
terli bir sırtı pamuklar tekstil
ve bütün atlar sürrealisttir saat ikiyi hiç geçe.
saat ikiyi hiç geçe,
iki metre hiç santim boyunda bir yelkovan
nihilist tavırlar sergilerken saat kulesinde,
boşluk kıvamında bir otobüs bize yaklaşıverir.
özkütlemiz sıfıra düşer.
tam da işte bu yüzden
sen bir çocuk doğur, şehirden kaçalım.

çok sıkıldım, çok sıkıldım, çok sıkıldım...

iyisi mi sen bir şehir doğur,
kendimize yeni bir dünya kuralım.


                                                   Raymond Dufayel

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Sokak Vatandaşlığı

Ne bir eksiğim ne de bir fazla 
Tükenmişliğimin yatağındayım çırılçıplak
Fahişeyim,
Ara sokaklarda bir çete üyesiyim
Uyuşturucu bağımlısı bir ayyaşım zaman zaman.
Bir evsizim veya bu gece.
Biraz da neşesiz.
Öyle girdaplı bir dalgınlık ki böylesi
Ölsem şuracıkta, ruhum duymaz şüphesiz 
Kendimi zehirliyorum,
Sonra annemi 
Sonra karşı cafede oturan güzel kadını
Hazır başlamışken hilali de zehirliyorum arada
Hep beraber kusuyoruz ağlamalarımızı.
Neyse şimdi kapatmam gerek, 
Garsonlar bize bakıyorlar.
Birileri bakarken yazamıyorum 
Bunu kesin biliyorlar...

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Hiçliğin ortak noktası

Saat 00:00
Bir sürü sıfır işte, hayatlarımız gibi.
Hiçliğin ortak noktasındayız.
Bir intihar mektubunun satır aralarında.
Sakat kalmış bir sokak köpeği gibi
tir tir titriyorum kaldırımlarda.
Kimse gelmiyor.
Kimse gelmiyor..
Kimse gelmiyor...
Bir tek ben seviyorum beni sanki,
tanrı bile sevmiyor.
Ve ben bazen kendimi hiç sevmiyorum. 
Belki uyanmam diye uyuyorum sırf.
Bazı cümleleri "sırf" ile bitirecek kadar tükenmişim,
annem de farkında.
Herkes gidecek bir yerler buluyor
ama kimse gelmiyor.

11 Mayıs 2012 Cuma

Bilinçaltımdan 15 saniyelik bir kesit



Aydınlatması iyi yapılmamış bir yolda gece vakti trafiğe çıkarsın hani, yola düşen elektrik direği gölgeleriyle çukurlar birbirlerine çok benzer ve hangisinin gölge hangisinin çukur olduğunu anlayamazsın ya... "Gölgedir lan" diyip kendimi frenlemediğim her karaltı çukur çıkıyor, tökezliyorum. Paldır küldürüm. Ayrıca pisim şu an, her yanım çamur kokuyor. Hani parasızlığı da attım bir kenara ama esas şey dicektim ben... Sigarası olan var mı? Varsa eğer yaksın ve içsin. Hayat sağlıklı yaşamak için çabalamaya değmeyecek kadar kısa. Bir gün yola atlarsınız aniden, dalgınsınızdır veya müzik dinliyorsunuzdur, arabanın teki gelip önce kafanıza çarpar 70 kilometrelik bir hızla, ardından sizi altına alır ve bacaklarınızın-kollarınızın üstünden geçer tonlarca ağırlığıyla. Plakası düşer arabanın.

Yol kenarında, son bir sigara yakacak dermanın kalırsa eğer ölüm de güzel şeydir...

6 Mayıs 2012 Pazar

Gerisini Ben Hallederim

"Sürünmek gibi...
Dokunurken bir tene parmak uçlarınla
ya da kokusunu solurken bir bedenin,
bir bedene mal olmuş o eşsiz güzelliğin.
Kırmızı atların döndüğü bir atlıkarıncada sevinen çocuksa yalnızlık
ya da koca bir ormanın ortasında bir başına,
ya da,
ya da elleri yüzüne kavuşan bir adam şiir yazmaya kalkışırsa...
Ne bileyim, ağlarsa uzak bir coğrafyada bir kadın,
sunarsa bedenini tanımadığı yabancıya
ya da gözleriyle çığlık atarsa bir erkek oturduğu kaldırımın kenarında,
yanarsa tüm yağmur ormanları insanlığın onursuzluğuna,
tanrı da katarsa gözyaşını bu sonsuz umutsuzluğa...
Suyun altında nefes almaya çalışırsan mesela, yaşamak gibi;
yine görünmüşse camdan yapılmış bir şişenin dibi,
ne dili kalır aşkın ne de matemi...
İçindekiyle dışındaki birbiriyle örtüşmezken,
birbirine aşık iki dudak öpüşmezken,
bulutsuz bir gökyüzünde hiçbir yıldız gözükmezken mesela
nefesi daralır bir şairin.
Kendisi olur önce, sonra sen olur, o olur, bir başkası olur;
sırayla herkes olur kendisini bulmak için.
Bana biraz umut verin, gerisini ben hallederim."

17 Nisan 2012 Salı

İNTİHAR SÜSÜ VERİLMİŞ DOĞUMGÜNÜ MESAJI

Hatırlıyor musun, öldürmüştün beni bir keresinde. Gerçi unutmuşsundur sen kesin. Ya da karıştırmışsındır, bilememişsindir hangisinden bahsettiğimi. Çok fazla öldürdün sen beni, muhtelif aralıklarla. Öldürdüklerinden birinde senin doğumgünün civarıydı mesela. 4'ün 16'sı, cumanın ertesiydi. Avucumda siyah bir kelebek vardı. Seninle başbaşa oturduk diye ayaklanmıştı tüm Ankara, pankartlar sokaktaydı, sokaklar eylemdeydi. Acemiydim. Dilim dönmezdi zaten hiç senin karşında. Yıllaryılı hep utandım güzel kadınlara bakınca ben. Güzel bir kadın beni sevmek istediğinde annemin eteğini çekiştirirdim ta çocukken, arkasına saklanırdım. Doğru düzgün bakamadım da zaten o gün sana. Azrail diye bir şey anlatırdı annem bana, ona da bakamazmış insan ölürken. Kâh huzurdan kâh korkudan. Benim sana bakamayışım huzurdandı. Avucumda da siyah bir kelebek vardı. Sana o kelebeği anlattım. Nereden geldiğini, neden siyah olduğunu, niye avucuma konduğunu anlattım. Dinliyormuş gibi yaptın galiba bilmiyorum, ben sen dinliyormuşsun gibi anlattım. Şimdi sana sorsam anlatamazsın ama eminim. Ne sigara içmiştim ama di mi o gün? Heyecanlanmıştım epey, konuşurken sesim titriyordu. Yan masalarda oturan herkesten nefret ediyordum o anlarda, çünkü herkes sessizleşmişti. Herkes beni dinliyor gibiydi. Çünkü sen beni dinliyor gibiydin. Gözlerin bana bakıyor gibiydi. Avuçlarımda siyah bir kelebek vardı. Sana verdim onu. Avuçlarında siyah bir kelebek vardı. Saklayacağını söyleyip sakladın bir yerlere. Seri katillerin tipik özeliklerinden birisiymiş bu, belgeselde gördüm. O günden iki gün sonraki öldürüşün beni ilk öldürüşün değildi ama son da değildi denir. Böyle tanımlanır tarih kitaplarında. Çok fazla öldürdün sen beni, muhtelif aralıklarla. Öldürdüklerinden birinde senin doğumgünün civarıydı mesela. Avuçlarımızda siyah bir kelebek vardı. İki gün sonrasında sen beni yine öldürmüştün, hatırlıyor musun? Bugün onun yıldönümü işte.

Ve sen beni kronik olarak öldürüyorsundur.

Kutlu olsun.

18 Mart 2012 Pazar

Optmkibbye!





Vakit çürütüyorum sevgilim.
İşsize iş vermiyor hiç bir patron.
Yaprak dolması gibi hissediyorum kendimi.
Sarılıp sarmalanıp tutsak edilmiş tüm pirinçlerim.
Hayatıma limon sıkılmış gibi.
Ev terliklerini içselleştiriyorum sık sık.
- Çoraptaki deliği saklama aparatı -
Misafirliğe gittiğimizde
çay istediğimde çok kızıyor annem.
Konuşunca da çok kızıyor annem.
Oturmadığımda da kızıyor annem.
Ev terlikleri...
- Misafirlik sonrası terbiye aparatı -

Vakit çürütüyorum sevgilim.
Koydum çay tabağına, üstüne de ıslak pamuk...
Büyüteçle gazete yakıp dumanını kokluyorum.
Radyoda bir şarkı çıkıyor,
çok sevip seninle beraber dinlediğimizi hayal ediyorum.
Tam o an realist bir el çekiyor kulaklarımı,
parmakları da buz gibi.
Oysa sürrealizm ne güzel, sıcacık.
Bütün siyah atların ismi Siyah İnci mesela.
Bütün beyaz atlar Düldül.
Bütün Japonlar profesör bizce,
bütün komşu kadınlar Songül...
Hayri amcanın kızı vardı, Duygu.
Az mı meybuz ısmarlamıştım?
Sonra mesela bilyeler.
Sonra tasolar.
Sonra yine terlikler.
Ama annemi seviyorum.
Seni sevdiğim gibi sevsem annemi terk ederdim.
Demek ki annemi seni sevmediğim gibi seviyorummuş.
Bilmiyorum, böyle bir şey işte.
Zaten Duygu da hiç yüz vermemişti.

Vakit çürütüyorum sevgilim...
Ölümü bir anlık olmaktan çıkartıp
bütün hayatıma yaymışım,
sürekli ölüyorum.
Mis...
optmkibbye!

13 Mart 2012 Salı

Kimsesizm - Kimsesist






I.
Pardon, size dokunabilir miyim?
Uzun zamandır hiç kimseye dokunmuyorum da.
Anneme sarılıyorum bazen sırf birisine dokunmuş olmak için.
Annem beni deli sanıyor.
Pardon, sizin anneniz sizi deli sanıyor mu hiç?
Beni sarıyor
karanlık.
Kıpkırmızı büyük perde.
Işığa göğüs geren kıpkırmızı büyük bir perde
Zar zor açılırken gözlerim,
şöyle bir etrafa atıyorum onları.
Ellerimle aralanıyor perde.
Annem yine masamı toplamış
bıraktığım yerde değil hiç kimse!

II.
Ayaklarımın hepsi yerde.
Evet eminim, saydım, iki taneler.
Halı, üçlü priz, dökülmüş saçlarım;
sigara külü, sigara külü, sigara külleri.
Ah, işte bak! Yüzümden düşen bin parça
hepsi de burada işte bak!
Düşmüşler meğerse.
Şeytanın günahını boşuna aldık, alıp götürmemiş.
Şeytanın yüzümden düşenler üzerine kurduğu ticari bir planı yokmuş.
Şeytan bile gelmemiş yanıma.
Şeytan aslında hiç yokmuş.

III.
Otobüse bindiğimde
yanıma oturan bir kol koluma zarurî değdiğinde,
en son ne zaman birisine dokunduğumu -öyle ya da böyle-
hatırlayamadım ben, o yüzden soruyorum:
Size dokunabilir miyim?
Benim belki evet;
evet, belki benim duygularım cüzzamlıdır.
Bilemiyorum, aklım kendisinden pek emin değil.
Sanki ayaklarım bağlı bir vaziyette bir trene atılmışım,
bir yerlere gidiyorum fakat yol benim yolum değil...

5 Mart 2012 Pazartesi

Anneye prospektüsteki endikasyonları okuyormuşcasına

Beşiktaş'a gidip sahilde bir banka otursam
bir bıçak fırlatsam boğazın sularına
İstanbul'un boğazını kesmiş sayılır mıyım?
ya da seni alıp boğaza atsam
İstanbul'un boğazına takılır mısın ki?
öksürür mü İstanbul?
peki kış böyle devam ederse
İstanbul'un boğazları şişer mi?
her neyse...
bu şiirimsiyi sana ilaç olsun diye yazdım.
günde 3 kere
yemekten sonra
aç karna oku.
hiçbir halta yaramıyor...


3 Mart 2012 Cumartesi

Bak canım, o öyle olmaz...

Sen benim yerimde olsan sana ne derdin şimdi? Salak der miydin? Ya da ne bileyim, gerizekalı falan?

Veya olayı abartıp "Senin yapacağın işe sıçayım, amacın ne lan senin? Aptal mısın sen? Derdin ne senin, derdin? Ne istiyorsun lan, kendine bunları yaşamayı mı layık görüyorsun?!!" diye peşpeşe sıralar mıydın ağzına geleni?

Ağzını bozardın belki. Tekmeyi ağzının ortasına indirdin miydi bozulurdu mesela ağzın. Dikişlerin atar, tellerin yamulurdu. Kendi dişlerini yuttururdun belki de kendine. Midene otururdun.

Her neyse. Yaşamak öyle sandığın gibi değil işte tatlışım. Yeşilçam filmi çekmiyoruz. Çekseydik değişik bir hayatımız olabilirdi ama yok, çekmiyoruz. Çekseydik sen şehir hayatına adapte olmakta zorlanmış ve sosyete eğlencelerinde ilaçlı viskinin etkisiyle aptal saptal danslar ediyor olabilirdindi.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Hayat, seni lanet olası federal!

 ten kokunda Küba karizması
eski Sovyet şarkıları sesin.
müşterisi kıt bir barın
hep boş kalan iskemlesi.
 
        - Aşk değil bu bizimkisi, Guantanamo işkencesi.


- aşkatrazdan sahil ikibuçuk kilometre
            Frank Morris'e selam olsun -


sorumluysak, sorunluyuzdur biz;
sorumsuzsak sorunsuzuz.
kavruk bir yaz sabahı
bin 9 yüz 50 dokuz Cadillac'la
hayatlarımızdan kaçarız.

        - Telaşlanma kadın, Meksika sınırını bir geçersek rahatız.


Raymond Dufayel

Yüksek bir yerlerden alçak bir yerlere altasak ya bazen?

Kesif demir kokusunda balkon demirleri, paslıdır hani.
Süet bacaklı kadın, menekşe yaprağı dokusunda teni.
Her fırsatı kaçırdı, kaçırmadı son treni.
Aşk olsun anlambozan tüm tam uyaklara,
sela mulamaları nefendisi...

Tarih atmak gerek bazı günler,
şöyle epey yüksek bir yerden..
Kuru pamukla fasulye çimlemek.
Sevişmeden çocuk döllemek.
Sırf inat olsun diye yanlış otobüsün durağında beklemek.

Ve artık şiir yazarken uyakları siklememek...

Ben sana bunları hep okumuşsum meğerse...
Ama sigaranı ağzında unutmuşsun,
külleri memelerine düşmüş.
Bir gözün kapanmış, diğeri açık.
Bakışın istavrit kadar ölü.
Nabzın bir ölü kadar ölü.
Bir ölünün ölebileceği kadar ölmüşsün.
Her ölünün ölemeyeceği kadar çok ölmüşsün.
Sigaranı da ağzında unutmuşsun zaten,
külleri memelerine düşmüş.

Vereyim mi sigara?



Raymond Dufayel

21 Şubat 2012 Salı

Travma

Boyası akmış eski bir otel odasına sinen ağır rutubet kokusu
ve pantolonumun cebinde yürüyüşüme ritim tutan bir kaç mâdenî para.
Tozla kaplı aynanın camındaki tırnak izleri öyle bâriz ki,
bir kadının nârin parmaklarının vahşiliğine uzanıyor çizgiler.
Yerdeki kırık şarap şişesinde bir târih var.
Tam okuyamıyorum amaaa...
Bindokuzyüzaltm...
Offf!
Her şey bulanık...

12 Şubat 2012 Pazar

Mizacım Böyle

Yağmur soslu bir dilim güneş.
Sokaklarda fahişeler,
    elbiseleri leş.
Belli ki sevmiyorlar aynaları.
Ve müşteri olarak bile almıyorlar aynasızları.
4 yanımda dört duvar.
Çepeçevre orman her yanlarım, çok büyük.
Öyle büyük ki, nerden baksan
seni ilk sevdiğim günden
    bugüne kadar...
Biraz tozlu bugün ayakkaplarım.
Dört yanımda 4 duvar.
Tütün havası, kitap kokusu,
    masada çürümüş bir çiçek
        ve ben varım.
Bir de terkedilmişliklerim  var benim.
Sevilmemiş, üzülmüş, unutulmuş, ağlatılmış
liklerim, lüklerim, luklarım ve lıklarım.
Bir sürüler, kumbaramın içinde.
Gelmeyeceğini bilirim bilmesine de
    yine de beklerim.
Rüzgar eser, tuz kokar, martı sesi ısırır kulaklarımı,
    İstanbul öper yanaklarımı;
        kız kulesi saplanır böğrüme.
Sonra uyanırım,
    çay suyunu koyar,
        fırından sıcacık simit alır gelirim;
    kahvaltıya seni beklerim.
Ama gelmeyeceğini bilirim.
Benim mizacım böyle...


3 Şubat 2012 Cuma

Ölmeden önceki son 10 dakika

Elimde boş bir ilaç kutusu. Galiba uyku hapıydı. Yere sırtüstü uzanmışım, ışıklar kapalı. Yağmur yağmıyor. Böyle sahnelerde hep yağardı, filmlerde hep öyleydi. Ama gerçekte öyle değilmiş demek ki, hiçbir bok yağmıyor gökten...

Karanlık. Kanıma karışan ilaç hafif mide bulantısıyla birlikte baş dönmesini de getiriyor. Bir arabanın farı penceremin gölgesini tavanın bir yanından diğerine taşıyor. Gördüm, gözlerimle gördüm, eminim; hayır ilacın etkisi değildi. Gerçekle hayali birbirinden ayırabiliyor olmasam sana şu koltukta oturan, bacak bacak üstüne atıp sigara içerek beni izleyen kadını da anlatırdım!!!

Bir şarkı çalıyor beynimin içinde...

"One pill makes you larger and one pill makes you small."

Ya koca göğüslü obez bir kadın dünyayı kavramış sımsıkı sarılıyor, ya da çürük dişleriyle sırıtan iğrenç bir herif koca dünyayı kucağına almış bir güzel beceriyordu. Yoksa yeryüzü neden bu kadar sallansındı? Düşünürken bile di'li geçmiş zaman eki kullanmaya başlamıştım. Bir kum saati var, üst haznedeki kum akıp duruyor ama hiç azalmıyor...

"And you've just had some kind of mushroom and your mind is moving slow."

İnsan 5-10 dakikaya kalmadan öleceğini bildiğinde ne hisseder?  Ne düşünür? Lanet olsun, ölmek üzereyim ve son olarak aklıma gelecek şeylerin ne olması gerektiğini düşünmekten başka bir şey düşünmüyor bu aptal beynim... Ayrıca otorite için yavrusunu öldüren bütün erkek aslanları okyanusun ortasına atmak istiyorum!!!

Şarkı gitgide yükseliyor. Sanırım bu tanrının sesi ve bana "Gel bakalım, hesaplaşma vakti" diyor...

O şarkı da şöyle bir şey işte:


31 Ocak 2012 Salı

Bindokuzyüzyetmiş














Dolabın en naftalinli yerinde unutulmuş
bir hırkanın hüznü var bu gece.
Cevabını hiç kimsenin merak etmediği
bir bilmece gibi işte...
Vapurlar geçiyor beynimden.
Koca bir çekiç beni yer yüzüne çakıyor
doğduğum günden beri
mezarıma çakılıyorum.
Şarkıcısını bir türlü anımsayamadığın bir şarkı olup
aklına takılıyorum.
Dilinin ucundayım.
Elinde avucunda.
Bindokuzyüzyetmiş kokan bir sandığın dibindeyim,
bir dokunsan yüzüm yetmiş yerinden pare...

28 Ocak 2012 Cumartesi

Üşüyorum Marla

Sudaki yosun kokusu Marla...
Yutunca genizden gelir hani.
Çürümüş pamuklarla kaplı
bir prensesi eli.
Ziyafet masasında yatan
genç bir erkek cesedi.
Kapat lâmbayı Marla...
Beni kimse görmemeli.
Ölmeli meselâ bâzen.
Düzenli olarak hem de,
şöyle doyasıya ölmeli.
Kendi cesedimizin etini dişlemeliyiz.
Tırnaklarımızı kara tahtaya sürtmeli.
Dişlerimizi gıcırdatıp
düşlerimizi becermeli.
Bir şeftalinin tüylerine sakla beni Marla...
Silgilerle yazılar yazıp
kalemlerle silmeli.
Kim bu deli?
Kaç kişiyim ben?
Nasıl bomboş oluyor ki odam
böyle kalabalıkken?
Martılara simit atan o kadın ol Marla.
Ben de hiçbir martı tarafından yenmeyen bir
simit parçasının dışlanmışlık hissi.
Nedenleri bulup da mı sonuca gitmeli,
sonuca varınca mı nedenleri görmeli?
Kim giydiriyor bu gömleği?
Ağaçları kesmedim ki ben,
onlar beni yok etti.
Peki,
son bir soru.
Mezarının üstüne hiç yağmur yağdı mı senin?
Benim yağdı.
Yağıyor.
Üşüyorum Marla, kemiklerim donuyor.
Çürümüş çiçeklere bir arı konuyor.
Bir anı koyuyor.
Anılar bana baktıkça
gülüp dalga geçiyor.
Düşmekten korkmuyorum ben Marla,
zaten şu an düşüyorum.
Rüzgar çok sert.
Üstümü ört Marla,
çok üşüyorum.
Üşüyorum...


27 Ocak 2012 Cuma

-yor

Kafamı kesip yedim.
Tadı biraz bana benziyor.
Uykum geliyor sonra,
   kellemi tuttuğu gibi yatağa fırlatıyor.
Dünyanın en ağır kadını sırtımda oturuyor.
Delinin biri çakmağın ışığında bir şeyler karalıyor.
Yol gitgide daralıyor.
Ankara garından ayrılıyor bir tren
   dünyaya doğru ilerliyor.
Vagonlar bomboş.
Makinist raylara uzanmış
   çocuk gibi ağlıyor.
Balonlar patlıyor Nini
Şimdiki zamanın -yor eki tecavüze uğruyor
Bütün bunlar, hepsi,
   hepsi şu anda oluyor.
- Kelebek kozalanıp tırtıl olurken -

Bir bebek kusuyorum kucağıma.
Kanlar içinde kollarımda yatıyor.
Peki neden ağlamıyor Nini?
Ölmüş mü?
Ölmek nasıl bir şey peki?
Hiç kimse görmüş mü?
Bilmiyorum.
Ama düşünmeli her insan
   "Şimdi ölecek olsam
      gözümün önüne kimler gelir?" diye...

Sâhi,
   hazır ölmek demişken...
Neden birlikte bir yerlere gidip
   biraz ölmüyoruz?


25 Ocak 2012 Çarşamba

O Esnada

Vapura yetişmeye çalışanlar vardı o esnada.
Kimi işten eve dönecekti,
kimisi de buluşacağı sevgilisi tarafından terkedilecekti.
Elinde sevgilisine hediyesi,
aklında sevgilisi,
sevgilisinin aklında yeni sevgilisi...
Yetişmeye çalışıyorlardı işte, amaç:
bişeyler, bişeyler...
Başka bir yerde başka birisi
başka bir şehirde bir manavdan
biraz balık soğanı biraz da limon aldı o esnada.
Rakı, balık ve limonlu tahin helva.
Yaparlar bu sofrayı karı koca
her cumartesi akşamı.
Şarkılar, türküler, sevişmeler ve
bişeyler, bişeyler...
Haydarpaşa'da bir tren düdüğü
küçük bir çocuğu korkuttu o esnada.
Zaten hiç gelmek istememişti
teyzesini karşılamaya.
Sevmiyordu onu çünkü güldüğünde ağzı
çok büyük oluyordu.
Sesi de öyle bet ki,
"konuşarak bir adamı traş eder" diye düşünüyordu.
Ağzını kocaman açarak sarıldı çocuğa teyzesi sonra,
selamlaşmalar öpüşmeler ve daha bir sürü
bişeyler, bişeyler...
Bir kafede oturmuş kitap okuyan
genç bir kızı izliyordu o esnada
ayakkabı boyacısı.
Hayatın anlamını sandığında taşıyor gibiydi
ama rahatsız oldu kız ondan.
Gözlerini esirgedi.
Aşk geldi aklına boyacının.
Sevgi, mutluluk, huzur ve daha bir sürü
bişeyler, bişeyler...
Bu kadar farklı şeyler oluyorken o esnada
sen ve ben oturduğumuz bu masada
-ki dingildiyor sürekli
galiba bir ayağı kısa-
soğuyorken kahvemiz ve üşüyorken sigara,
bir sürü bir sürü seçenek varken o esnada...
...
Ne diye gidip de terketmeyi seçtin?


23 Ocak 2012 Pazartesi

Bir Keresinde



Bir keresinde kendimi öldürdüm,
canım çekti...
Canım çıkmadı.
Canımdan bir cenin çıktı.
Göbeğini kesip sevdiğim kadına verdim.
Cananım bir canıma baktı,
bir cenine baktı;
sonra da kanlı bir örtü üstünde
akşam yemeği yedik...


20 Ocak 2012 Cuma

Elma Çekirdeği

Renk ver bana.
Koku ver.
Masumiyeti öğret...
Önce aşık et beni kendine,
sonra aniden terket.
Elmayı çekirdeğiyle kaynat reçel yaparken.
Renk ver bana.
Koku ver.
Gerçek beni öğret...
Ekmek almak için, elinde karneyle
sıraya girdiğinde;
kaçarken ben polislerden seni gördüğümde,
gör beni.
Al götür evine, sakla, dua et.
Hüznünü anlat ve sal rengini, kokun üstüme sinsin.
Elma çekirdeği ol küçük kadın.
Sev beni.
Renk ver bana.
Koku ver.
Parmak uçlarını öğret.
Yağmurlu bir İstanbul'a uyanalım öğle vakti.
Çay ve simidi seviştirelim ağızlarımızda.
Utanarak bakalım birbirimize,
utanmadan sevişelim korkularımızda.
Tenini sil tenime,
ağlarken de gülebilmeyi öğret.
Sev beni.
Renk ver bana.
Koku ver...

Mathilda

Doğur beni Mathilda...
Kucağında uyandır beni.
Memelerinden irin aksın.
Bir belâ getir dünyaya,
seni üzenleri yarım bıraksın.
Kupkuru, çatlak topraklara damlayan dölden
kahverengi, zehirli dikenler donansın.

Büyüt beni Mathilda...
Serseri yetiştir beni.
Bize iyi diyenler kendinden utansın.
Öyle bir eğit ki beni; herkes sana orospu,
bana piç gözüyle baksın.
Sen kundaklarken bir bebeği,
ben bir ev kundaklayayım, cayır cayır yansın.

Sev beni Mathilda...
Koynuna al beni.
Bacaklarından kaynar sular boşalsın.
Öyle bir seviş ki benimle, sesimizi duyanlar kızarsın.
Döktüğümüz terler tenimizde karışırken,
uyuyan tüm komşular çığlığınla uyansın.

Öldür beni Mathilda...
Paramparça et beni.
Parmaklarından kıpkırmızı kan sızsın.
Bana vurduğun her bıçak darbesi
seni sevmeyenleri kanatsın.
Etimden yemekler yap, dağıt herkese.
Böyle güzel bir ölümü cümle âlem tatsın.


Raymond Dufayel

19 Ocak 2012 Perşembe

Yasal Uyarı: Devlet Öldürür!


"Sevgili günlük.

Hiçbir şey planladığımız gibi gitmedi. Oysa ki ilk bakışta her şey gayet güzeldi. Bu işi yapacak elemanları bile bulmuştuk. "Vatan millet sakarya" diyip gazı verdiğinde önüne geleni kesen tipler var ya, öyle gençlerdi bunlar. Ama işte, her şey tıkır tıkır işlemiyor. Mutlaka çıkıyor bir pürüz.

Biz nereden bilelim bir kaç kendini bilmez kolluk kuvvetinin bu elemanlarla hatıra fotoğrafı çektireceğini? Biz sanıyorduk ki cinayet işlenir, sonra biz 2 gün olmadan yakalarız failleri, herkes bizi alkışlar falan. Ama yok, çıktı bir kaç dengesiz işte. En az bizim tuttuğumuz elemanlar kadar saf çıktı bunlar da. Çok önemli bir halt olmuş gibi gaza gelmiş garipler. Ama olay bunların yüzünden büyüdü de büyüdü. Bir de daha önceden ihbar mı etmişler bir şey yapmışlar, bizimkiler de görmezden gelip "he he, bakarız tamam" diyip geçiştirmişler. E haberleri var tabi planlardan. Bunlar da ortaya çıkınca her şey boka sardı. Hep şu gazetecilerin yüzünden. Ne yaparsan yap, çıkıyor aradan bir kaç tane sivri. Hapse atıyoruz, aylarca boş yere tutuklu yargılıyoruz belki akıllanırlar diye, yok!! Yine sokuyorlar burunlarını bu işlere. Yok efendim silinen tapeler varmış, yok efendim karartılan kanıtlar varmış. Yahu gidin başka haber yapın, 3. köprüyle ilgili haber yapın mesela, bi ihale açtık kimse çıkmadı. Reklam olur hem! Neyse ki referandum ayağına bir sürü şey yaptık, yargıyı istediğimiz gibi şekillendirebiliyoruz. Yoksa zor kurtarırdık paçayı...

Gazetecileri toplamaya devam ediyoruz sevgili günlük, başka türlü kurtulamayız bu işin içinden. Ha bir de, neyse ki tetikçi olarak kullandığımız elemanların saflığında çok vatandaşımız var, her şeye rağmen bize "baba" diyorlar, "devlet baba" diyorlar. Onlar da olmasa ipe diziliriz yemin ediyorum. Eee onların bu halde olmasını da kenan paşa sağlamıştı, sağolsun. Koca toplumu böylesine pasifize edebilmek her babayiğidin harcı değildir, adam başardı bunu. Sırf şu gazeteciler falan sussun diye o adamı da yargılıyoruz ya, ben daha ne diyeyim? Neyse, onun sayesinde halkın vur kafasına al lokmasını. Rahatız. Bir şekilde yine unuttururuz biz bu Hrant Dink davasını. Gündemi meşgul edecek bir olay patlatırsak eğer, biraz da şu medya patronlarının kulaklarını çekersek, sokakta bin kişi de bağırsa halk televizyonda görmeyince bir şey yok zanneder. Şu Eurovision'da da iyi bir derece alınırsa kimse hatırlamaz bile... Bak gündeme, kaç medya organı Uludere'de yaptıklarımız yazıyor? Unuturlar, unuturlar...

Böyle işte sevgili günlük. Çok canım sıkkın bu aralar. Üstümüze çok geliyorlar. Korkuyorum bir gün herkes katil olduğumuzu anlayacak, koltuğumuzdan olacağız diye ama pes etmeyeceğiz elbette. Durmak yok, yola devam!

Ben şimdi gitmeliyim. Kendi işlediğimiz cinayetle ilgili alınan mahkeme kararı sebebiyle vicdanımızın rahat etmediğini falan söyleyeceğim. Kötü bir şeyler düşüneyim de yüzüm asık görünsün: "Ya abd bir gün bizi yarıyolda bırakırsa?"

Sevgiler, devlet..."

Raymond Dufayel

9 Ocak 2012 Pazartesi

Duvardaki Pürüzlerden Hayaller Kurmak

Bu ne karanlık bir gece.
Gökyüzü öksürürken boğazına kaçmış yıldızlar.
Bir arap ülkesinde bileğini kesmiş bir ece,
eski bir hançerin pası sızlar.
Vatansızlar ateş yakmış bir çölde,
içkileri özgürlüğü mayalarken bedende,
hilal düşmüş üstlerine,
durmamışlar.
Gözleri olmayan çocuklar mutluluk çığlıkları atarken,
bir yetişkin benliğini başkasına satarken
"höt" demiş çocuklara,
duymamışlar.
Büyük bir ağaç kan ağlarken tek başına,
bir yol kenarında,
dallarında insan bedenleri sallanırken;
Sormuşlar:
Nedir bu ölülerin günahı?
Yapraklarına mektup yazmış:
Herkes efendiye uymuş,
onlar uymamışlar...


5 Ocak 2012 Perşembe

Çok Üzgünüm Anne



Üzgünüm anne. Senin istediğin gibi biri olmayı istemediğim için çok üzgünüm. Keşke beni gerçekten anlayabilseydin. Ben kendimi hep anlattım sana, ama sen hep başka şeyler duymak istiyordun benim ağzımdan. Duymanı istediğin şeyleri söylemediğim için üzgünüm anne.

Ben böyleyim anne, beni böyle kabul et. Bir başkası olmamı isteme benden. Benim sadece bulunduğum topluma değil, bütün dünya sistemine karşı oluşumu, kendime özgülüğümü takdir etmeni bekledim hep. Sen ise hep benim sevmediğim örnekleri örnek gösterip acıttın canımı. Bir sürü şey yaşadım senden uzakta olduğum dönemlerde, bir sürü şey atlattım. Bir sürü dert çektim. Bir sürü kazık yedim. Aşağılandım, küçük düşürüldüm, kenara itildim, adam yerine konmadım. Ama en çok sen benim istediklerimi küçümsediğinde yanıyor canım. Hiç kimse acıtmıyor beni bu kadar. Çünkü ben 4 tarafı yalnızlıkla çevrili olan şu küçük dünyamda en çok aileme güvendim. Sen de bana güven istedim. Saygı duy istedim. Kendimi sana anlatmaya çalıştığımda "Ne diye doğurdum seni bilmem ki?" dedin ya hani, kaçtı ağzından, farkında olmadan. Hatırlıyor musun? Doğmayı ben de istemezdim ama artık çok geç, üzgünüm anne.

Benim farklı bir dünyam var. Senin gördüklerinin olmadığı, görmediğin şeylerle bezeli bir dünyam var. Benim böyle olmamın sebebi sen değilsin, babam da değil. Ben böyleyim, farklıyım. Çevrendeki insanlar gibi değilim, olamam da. Mutlu olmamı istiyorsun ama ben öyle mutlu olamam anne. Benim mutluluğum ne biliyor musun? Hani sana söylediğimde burun kıvırıp küçümsediğin şey: Özgürlük... Özgürlüğüne düşkün bir adam olduğum için çok üzgünüm anne.

Okulu bıraktığım için üzgünüm. Bitirmemi istediğin bölümden mezun olmayıp, olamayıp; öğrenim hayatımın boynunu kestiğim için özür dilerim. Sistemi reddettiğim için, bir parçası olmayı istemediğim için, senin deyiminle "Sülalede üniversite mezunu olan ikinci kişi" olmayı teptiğim için çok üzgünüm anne. Ben böyle bir hayat istemiyorum.

Uzun süre çalıştığım işi bırakıp eve döndüğüm için de çok üzgünüm. Hani sana anlatmıştım ya, "Yaptığımız şey apaçık dolandırıcılık, ben bunun parçası olamam daha fazla" diye. Hani sen de demiştin ya "Kafalarını çalıştırsalar da size inanmasalar, senin bir suçun yok" diye; sırf para kazanmam için insanların duygularını ve emeklerini çalmamı mübah görmüştün ya... Ben öyle göremediğim için çok üzgünüm anne...

Gidip sigortalı bi işte çalışmadığım için, bir hiç uğruna kodaman patronlara kölelik yapmayı reddettiğim için, hayalimdeki şeyleri yapmaya uğraştığım için üzgünüm. Olmak istediğim kişi olmaya çabaladığım için çok üzgünüm anne.

Devlet denen ve benim reddettiğim bir kurum tarafından zorla ömrümün bir kısmının çalınmasını, silah altına alınmayı, silah tutmaya mecbur bırakılmayı, başka bir insanı öldürmeyi, komutanlar tarafından aşağılanmayı, dayak yemeyi, yine onlar tarafından sana küfür edilmesini reddettiğim için, bu reddim yüzünden yargılanıp hapse gireceğim için üzgünüm. Özgürlüğümü istedim diye işkenceye uğrayacağım, hakaretlere maruz kalacağım, sindirilip susturulmaya çalışacağım için çok üzgünüm anne. 

Kazara bu yazı okunduğunda türk ceza kanununun 318. maddesi uyarınca halkı askerlikten soğutma sebebiyle hapse atılacağım için, fikirlerimi ve düşüncelerimi insanlarla paylaştım diye suçlu sayılacağım için, barış sevdalısı olduğum için üzgünüm anne.

Maddi dünyadan kendimi soyutladığım, toplumun geri kalanı gibi itaat edip "çalış,kazan,tüket" kombinasyonlu kısır döngüye dahil olmadığım, doğaya ve doğallığa aşık olduğum için özür dilerim.

Senin beni doğurduğun günkü o çırılçıplak masumiyetimi geri kazanmaya, insan olmanın hakkını vererek insan gibi yaşamaya, hiç kimseye bir zararım dokunmadan gelip gitmeye çalıştığım için üzgünüm anne. Çok üzgünüm.

Hayal ettiğin evlat olamadığım için özür dilerim. Beni affet.


Raymond Dufayel

3 Ocak 2012 Salı

Cemre...

(Tavsiye: Okumaya başlamadan önce mutlaka linke tıklayın, şarkı da eşlik etsin.)




Birinin gitmesi gerekir bazen. Hiç istemezsin ama bu olmak zorundadır. Yağmur yağar. Bulutlar yüzünü asar ama olacak olan şeyleri değiştirmez hiçbir gözyaşı. Bir deniz kenarında bulduğun mutluluğu, bir tren istasyonunda uğurlarsın sonra. İçten içe kızarsın ona, “Gitme!” dersin. “Gitme, lanet olsun gitme!! Uzakları getireyim senin ayaklarına ama sen gitme!

2 Ocak 2012 Pazartesi

Çağrı


dudakların çok güzeldi ama ben dudaklarını sevmedim hiç.
gülümsemeni sevdim.
simsiyah gözlerini değil, gözlerinle anlattığın masalları sevdim.
gözaltı torbalarını sevdim.
kırışıklıklarını.
tenini değil, kokunu sevdim.
sen pencereden dışarıyı izlerken yağan yağmuru sevdim mesela.
ya da yatağımda yattığın yerin sıcaklığını sevdim.
sevdim işte ne bileyim...
dudaklarında arta kalan kahve aromasını,
ölmek isteyip de ölemeyişini,
"neden yaşıyoruz sence?" diye sorduğumda
"duramadığımız için yürüyoruz." diyişini sevdim ben.
sürekli yanıbaşımda olmana rağmen
aslında hiç var olmadığın gerçeğini sevdim.
varlığına hasretimden yokluğunu sevdim hep.
ama şakanın da bir sınırı var, gelsene artık?